6 Şubat sonrası yerle bir olmuş şehirler yeniden kurulur, ekonomik dengeler enflasyonla sınanırken, dünyanın bir ucunda patlayan her füze, Anadolu platosunda yankı buluyor. İsrail ile İran arasında kızışan çatışmalar, bölgesel savaş ihtimalini bir hayal olmaktan çıkartıp her ülke için reel politik hesaplara dönüştürüyor. Bu hengamede, Türkiye'nin “sıradaki olmamak” için nasıl bir savunma altyapısına ve vizyona sahip olduğunu masaya yatırmak artık bir lüks değil, bir mecburiyet.
Nükleer İran ve komşu Türkiye: Sessiz ama net duruş
İran'ın nükleer kapasiteye kavuşması, ilk bakışta İsrail’in sorunu gibi görünse de, bu senaryonun Türkiye dahil hiçbir bölge ülkesi tarafından içtenlikle desteklenmediği açık. Ankara’nın kamuoyu önünde gösterdiği tepkiler, büyük oranda iç politikayı teskin etmeye ve sosyal medya tribünlerini yatıştırmaya yönelik. Zira Türkiye; hem İsrail hem de İran'ın uzun süreli çatışmalarla meşgul olmasını isterken, bir yandan da kendi savunma reflekslerini gözden geçirmek zorunda. Bölgesel istikrarsızlıklar Türkiye’ye nefes aldırsa da, sıradaki olmamak için caydırıcı güce sahip olmalı.
Türkiye’nin savunma sanayi doktrini: Üç sacayağı
Türkiye’nin modern savunma stratejisi, üç temel üzerine inşa ediliyor: milli savunma sanayi yatırımları, caydırıcı kapasite geliştirme ve insansız sistemler doktrini. Bu bağlamda ASELSAN, ROKETSAN, HAVELSAN, TUSAŞ ve BAYKAR gibi kurumlar, yalnızca ürün değil, doktrin inşa ediyorlar.
Hava gücü açısından TUSAŞ üretimi HÜRJET ve MMU (Milli Muharip Uçak) projeleri, 5. nesil hava üstünlük savaş uçağı inşa etme hedefine giden yolu açarken; AKINCI, ANKA, AKSUNGUR ve TB2 gibi İHA’lar, Türk hava kuvvetlerinin çevik ve maliyetsiz caydırıcılık kartlarını oluşturuyor.
Deniz gücü açısından ise MİLGEM projesiyle üretilen ADA sınıfı korvetler, TF-2000 hava savunma muhribi projesi, Reis sınıfı denizaltılar ve TCG Anadolu gibi platformlarla mavi vatandaki denge, bölgesel anlamda Türkiye lehine değişiyor.
Karasal savunma sistemlerinde ise Altay tankı, yerli obüsler, zırhlı araçlar, KORAL elektronik harp sistemleri ve SİPER-HİSAR gibi hava savunma sistemleri dikkat çekiyor.
Bayraktarlar, Killigiller ve bürokrasi kıskacı
Savunma sanayi bir devlet politikası olmadan gelişemez. Ancak burada sahada asıl mücadeleyi verenlerin öyküsü çoğu zaman unutuluyor. Bugün Bayraktar TB2’nin simgeleşen başarısına gelene kadar, Selçuk Bayraktar’ın önüne kaç kez taş kondu? "Damat olmasaydı" o taşlar temizlenir miydi? Veya Mustafa Yılmaz gibi Adıyamanlı sanayicilerin, patlayıcı üretimi için aylarca OSB'den yer alamaması, yıldırılma çabaları, sistemin yapısal sorunlarını gözler önüne seriyor. Bu isimler, geçmişte Killigil gibi, yalnızca üretim değil; öngörü, cesaret ve yerli duruşla da güvenlik paradigmasını değiştirdi.
Savunmada sadece üretim değil, zihniyet dönüşümü gerek
Türkiye’nin savunma gücü sadece TSK'nın sahip olduğu platformlardan ibaret değil. Aynı zamanda o sistemleri yöneten insan kaynağı, sanayi-asker iş birliği, üniversite-teknokent koordinasyonu ve en önemlisi bürokrasinin sanayiye açtığı alanla şekilleniyor.
Unutulmamalı ki, savunma sanayi bir “yatırım” değil, bir “bekâ meselesidir.” Ve bekâ söylemini tribünlere değil, sanayiciye, mühendise ve yerli akla duyduğumuz güvenle inşa edebiliriz.
Türkiye’ye yönelik bir müdahale olur mu?
Evet, bu coğrafyada “olmaz” denilen her şey bir gün olur. Ancak müdahale biçimleri değişti: Artık konvansiyonel savaşlardan çok, ekonomik saldırılar, siber güvenlik tehditleri, diplomatik ablukalar ve vekil unsurlar üzerinden yürütülen asimetrik operasyonlarla şekilleniyor. Türkiye’nin bu çok katmanlı tehdide cevap verebilmesi için yalnızca silah değil, güçlü ekonomi, sağlıklı işleyen demokrasi, adalete güven, liyakatli kadrolar ve yerli dijital altyapıya da sahip olması gerekiyor.
Hamasetten uzak, sahaya yakın duruş
Dündar Taşer’in dediği gibi “Durum muhakemesine hasımdan başlanmaz.” Önce kendimize bakalım. Savunma sanayine kafa patlatanları dışlayan OSB mantığını, her işe YÖK kıskacını, her yatırımda “milli mi, değil mi” kuşkusunu yeniden sorgulayalım. Bugün bir savaş çıkmasa da, caydırıcı olmadığımız her günün bedeli, yarının işgali olur.